; Evliya Kabirleri | Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

  Hayatı   Fotoğraflar   Menkıbeleri
Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh Hayatı

Evliyânın büyüklerindendir. Silsilei aliyye denilen büyük âlimlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâmı Rabbânî Ahmedi Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. Muhammed Bâkîbillah’ın babasının İsmi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâtdı. Annesi ise Hazreti Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkîbillah hazretleri 971 [m. 1563] senesinde Kâbil şehrinde doğdu.
Muhammed Bâkîbillah’ın büyüklük hâli dahâ çocukluk zamânlarında simâsından belli idi. Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük fâidelere sebep olacağının alâmetleri, işlerinden, çalışmalarından ve gayretinden anlaşılıyordu. Dahâ çocukluk zamânlarında, bazen bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip, sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbilden Semerkanda gidip, zâhirî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlâ’nâ Sâdıkı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaratılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamânda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden, Tasavvufa yönelip, Bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti. Yaratılışta zekâsı ve kâbiliyeti üstün olduğu için, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.
Hâce Muhammed Bâkîbillah, aklî ilimleri bırakıp, Tasavvufa yöneldiği ilk zamânlarda, büyük zâtlardan birinin huzûruna gitmişti. O zât, Hâce Muhammed Bâkîbillaha; “Eğer Hazreti Hâcemiz birkaç gün dahâ ilim mütâle’ası ile meşgûl olup, kemâl ve ikmâl sahibi olsalardı ne güzel olurdu!” diyerek, Muhammed Bâkîbillahın, bir müddet dahâ zâhirî ilimleri tahsîl etmiş olmasını temennî ettiğine işâret etmişti. Bunun üzerine Muhammed Bâkîbillah hazretleri şöyle dedi: “Kemâl sahibi olmaktan maksat, zâhirî ilimlerde uzun ve zor kitâpları, yerli yerince mütâle’a ve îzâh etmek ise, iddiasız, keskin görüşlü âlimlerin anlayabileceği hangi kitabı bize getirseler, getirenlerin hepsi tatmin olur ve tam bir fâide elde ederler, diyebilirim.”
Muhammed Bâkîbillah’ın zâhirî ilimlerde hocası olan Mevlâ’nâ Sâdıkı Hulvânî’nin talebelerinden fazîletli bir zât, (Berekât) kitabının müellifi Muhammed Hâşimî Keşmîye şöyle anlatmıştır: Hâce Muhammed Bâkîbillah, zâhirî ilmi bırakıp, Tasavvufa rağbet ettiğini işittiğimizde, hep birden; “Bu gençte öyle bir fıtrat ve öyle bir himmet, gayret gördük ki, imkânı yok, bir işe başlasın da onu bitirmesin. Başladığı işi mutlaka bitirir,” derdik. Nihâyet düşündüğümüz gibi, her ne kadar zâhirî ilimleri bırakmışsa da, bu ilimlerde de kemâle ulaşmıştır.
Muhammed Bâkîbillah hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, Mevlâ’nâ Hâcegî İmkenegî hazretleri; “Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!” buyurmasıyla, onun huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Hâcegî İmkenegî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla ve Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî ve halîfelerinin yüksek rûhâniyyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine dâhil olup, Hâcegî İmkenegînin halîfesi olup, makâmına geçti.
Hâcegî İmkenegî hazretleri, Muhammed Bâkîbillahı kısa zamânda Tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturduktan sonra, ona şöyle buyurdu: “Sizin işiniz, Allahü teâlâ’nın yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile temâm oldu. Tekrâr Hindistân’a gidiniz. Çünkü bu silsilei Alîyyenin sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde edip, büyük işler yapanlar gelecek.” Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâmı Rabbânî hazretlerinin orada yetişeceğini müjdeliyordu.
Muhammed Bâkîbillah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu’ sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevab verirdi. Bununla berâber, Tasavvuf yolunda karşılaşılan derin manâların hâlli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi. Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu.
Müslümânlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara fâideli olmaktan asla kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.
Giymekte, yemekte, oturmakta hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve tabiatının arzû etmediği bir yemeği birkaç gün üstüste önüne getirseler; “Bir başka yemek getirin,” demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zamân üzerinde kalsaydı, “Bir başkasını getirin giyeyim,” demezdi.
Bedenen za’îf olup, dâimâ abdestli olmaya, dahâ çok ibâdet ve tâ’at yapmaya uğraşırdı. Yatsı namâzından sonra odasına döner, bir miktâr murâkabe ile meşgûl olur, âzâlarının za’îfliği galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rek’at namâz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrâr abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.
Yemek yemekte ihtiyâtı o kadar çoktu ki, bir hediye gelse, onu; (Biz hediyeyi geri çevirmeyiz) hadîsi şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Dahâ temiz ve dahâ iyi yerden borç alır ve fıkhda bildirildiği şekilde (Bu dahâ halâldir ve dahâ iyidir) hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzûr ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tembih ederdi. (Huzûr ve ihtiyât sahibi olmayanın yemeklerinden bir duman çıkar, feyiz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur. Feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalp aynasının karşılarında durmazlar,) derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riâyete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.
Muhammed Bâkîbillah hazretleri, Tasavvuf hâlleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgûl oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâmı Rabbânî hazretleri, Tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten ve tâlim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti.
Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercîh etti. Âhırete ait büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâat ile namâz kılmak için dışarı çıkardı.
Bütün bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzûsu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu.
Bu kendinden geçme ve hayret zamânlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, amellerinde bir gevşeklik olmaz ve onları azîmetle yapardı.
Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bazen rüyada îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla bildirirdi.
Mertebesinin yüksekliğine en büyük delîl şudur: İki üç sene irşat makâmında kaldı. Bu kısa zamânda, nice insanlar onun şerefli sofrasından nasîp aldılar. Hindistân memleketi, onların bereket ve ihsânları ile doldu ve bu diyârda garip olan, bilinmeyen Ahrâriyye yolu büyük revâç görüp, bu yoldan çok büyüklerin yetişmeleri, onların sâyesinde mümkün oldu.
Muhammed Bâkîbillah hazretleri, insanların olgunluk yaşı olup, manevî kemâllerin de yaşı olan kırk yaşına gelince, bu sıkıntılarla dolu cihânın darlığından kurtulmak istedi. Bu günlerde, birinin vefât haberini işitip, baştan başa dertli olan kalbinden içli bir âh sesi duyuldu. Ve; “Çok iyi oldu, kurtuldu” buyurdu. Bundan maksadı, mevhûm olan varlık libâsından kurtulmaktır. Zîrâ dünyâda olanlar, yalnız matlûbu duymakla kalırlar. Şöyle ki, Mevlâ’nâ Celâleddîni Rûmî vefâtı zamânında, bu esrârı terennüm eyledi.
Beyt:
Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu böyle bulunur.
Kendi keşiflerini, bir rüya görmüş gibi anlatmaları âdeti olduğundan, “Evliyâullahdan birine, bu yakınlarda Nakşîbendî silsilesinin büyüklerinden biri âhırete intikâl edecektir. Delhî şehrinin kenârında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun diye bildirildi,” dedi. Bu zâtın kim olduğu husûsunda, bazı talebeleri istihâre eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihâreden vazgeçtiler.
Bir gün kendisi için; “bana şöyle bildirdiler ki; senin dünyâya gelmekten maksadın, temâm oldu. Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak icap ediyor,” buyurdu.
Muhammed Bâkîbillah hazretleri 1012 [m. 1603] senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu:
Hâce Ubeydullahi Ahrârı rüyada gördüm ve bana; “Gömlek giyiniz,” buyurdu. Bu rüyayı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; “Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir,” buyurdu.
Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden birine de; “Birkaç gün bir yere gitmeyiniz. Son günlerimi yaşıyorum,” dedi.
Sâdık talebelerinden birçokları gelmişlerdi. Zâfiyetinin, hastalığının çok olduğu zamânlar, derin ilimler beyân eyleyip, çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık ve zâfiyet o hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip; “Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir nimettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum,” buyurdu. Cemâzilâhir ayının yirmi beşinde Cumartesi günü, hâzırlık ve ayrılık eserleri görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile vedâ ederken, talebeleri, eshâbı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkîbillah ise tebessüm buyurup, hayretle bakıyor ve sanki: “Siz nasıl dervîşlersiniz, kazâya rızâ dâiresinden çıkıp ağlarsınız,” diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri: “Yâ İlâhelâlemîn” mübârek kelimesini söyledi. Süratle onun tarafına bakıp, mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada olanlardan biri “Onların bu hareket ve teveccühü hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir,” buyurunca, bu sözün tesîri ile mübârek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü teâlâ’nın ismini zikr etmekle meşgûl olup, böylece; “Allah, Allah...” diye rûhunu teslîm eyledi.
Fazîletli zâtlar ve ârifler vefât târîhi için mersiyeler yazdılar. Bu şiirlerden birinin son mısraında geçen “Bahrı marifet” ifâdesi, ebced hesâbına göre, Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin vefât târîhi olan hicrî “1012” senesini göstermektedir. Bu şiirin tercümesi şöyledir:
Bir zât ki mahbûbu ile bâki oldu,
Ve sıfatlarından hep fâni oldu.
Hâlıkına âşık, tam bir aşk ile,
Mahlûkâta çok merhametli oldu.
Onun vasıl senesi susuz dilime,
Bak ne güzel “Bahri marifet” oldu.
Mîr Muhammed Nûmân şöyle anlatmıştır: “Horâsânlı bir genci, Akrada hastahânede hasta yatar gördüm. Hastalığını sorduğumda; “Ben sağlam bir insandım. Dekkende Hazreti Hâce Bâkîyi rüyada gördüm. Onların aşkı ile buraya kadar geldim.
Vefâtı haberlerini duyunca, çok üzüldüm ve şimdi hastayım. Bu hastalığım ve harâb hâlim, o büyüğe olan muhabbetimdendir,” diyerek hüngür hüngür ağladı.”
Muhammed Bâkîbillah’ın eserleri şunlardır:
1) Külliyâtı Bâkîbillah: Bir kitapta toplanmıştır.
2) Mektupları,
3) Rubâiyyât: Bu eserini İmâmı Rabbânî hazretleri Şerhu Rubâiyyât adıyla şerh etmiştir.
Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin mektuplarından kırk bir dânesi, ZübdetülMakâmât kitabında ayrı bir bölüm olarak yazılmıştır. Mektuplarından bir dânesi: 6 ncı mektup Şeyh Tâceddîne gönderilmiştir.
Bu mektûbda buyuruyor ki:
(Devâmlı abdestli bulunmak, halâl yemeye dikkat etmek, bütün günâhlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, Müslümân’a düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlara riâyet etmeden iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, Yani büyüklerin verdiği vazîfeleri ve o yolun icaplarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istiğfâr etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazîfelere dahâ sıkı sarılmalıdır. Bunlara dikkat edince, meâli şerîfi (Muhakkak ki sevâplar, günâhları götürür) olan âyeti kerîmenin sırrı ortaya çıkar. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!)
Muhammed Bâkîbillah hazretleri buyurdular ki:
*Kalbinde marifeti ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini, mevkı’, makâm ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, asılandan kaçar gibi kaçınız.
*Câhil tarîkatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız.
*Marifetin kısm ve mertebeleri çoktur. İşin esâsı, dînimizin esâsı üzere olmaktır.
*Oruç tutmak, Allahü teâlâ’nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir.
*Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve naziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah’ın yoludur.
*Rızâ sâhiplerine, belâlar musîbet değildir. Onlar belâları beyenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü teâla’dır.
* Resûlullaha tâbi’ olmak, Ehli sünnet velcemâ’at i’tikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyânın her nimetinden iyidir.
*Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile diyoruz ki, Sırâtı müstakîm, Yani şaşmayan doğru yol, Ehli sünnet velcemâ’atin yoludur.
*Müslümânlık; yapmak, yaşamak, ahkâmı ilâhîyeyi yerine getirmek demektir.
*Sözün özü şudur ki: Gönül dost ile olmalı, beden de işi ile bulunmalıdır.
*Sakın, halâl ve harâmdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!
*Harâm ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir.
*Ümîd ipinin ucunu hiçbir zamân elden bırakmamalıdır.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 696.cı sahîfesinde diyor ki: Muhammed Bâkîbillah hazretleri buyurdu ki: “Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâ’ya karşı edepsizlik olur. Müslümân’ın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Yani istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edepsizlik olur. Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok zamân kapıdan gönderir. Dilediği zamân da pencereden atarak verir.”
Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh

Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh Menkıbeleri

Ramezânı şerîf ayında bir gece, İmâmı Rabbânî hazretleri, hizmetçilerinden birisi ile yüksek üstâdına yoğurt göndermişti. Getiren şahıs hizmetçilerine değil de, doğruca Muhammed Bâkîbillah’ın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Muhammed Bâkîbillah bir başkasını uyandırmayıp, kendisi kalktı. Yoğurt kabını elinden alıp: “İsmin nedir, nereden geliyorsun?” buyurdu. “İsmim Bâbâdır. Şeyh Ahmedin (İmâmı Rabbânînin) hizmetçisiyim,” dedi. Bunun üzerine; “Mâdem ki bizim Şeyh Ahmedin hizmetçisisin, bizimle berâbersin,” buyurdu. Bu kadarcık bir görüşmeden, hizmetçide bir sekr, kendinden geçme hâli hâsıl oldu. İmâmı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitti. İmâmı Rabbânî hazretleri: “Hâlin nedir? Sana ne oldu?” dedi. Kendinden habersiz, mest olmuş bir vaziyette; “Her yerde, taşlarda, ağaçlarda, yerde, gökte, anlatılamayan, vasıf edilmeyen, nihâyetsiz bir nûr görüyorum. Nasıl anlatayım, ifâdeye, beyâna sığmaz,” dedi. İmâmı Rabbânî hocası Muhammed Bâkîbillahı kastederek; “Muhakkak o mübârekler, bu biçârenin karşısında durup, karşılarında duran bu zerre üzerine o güneşten bir şuâ’ aksetti,” buyurdu.

Üç dört yaşlarında küçük bir çocuk, kal’anın on beş yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemîni taş olan yere düşmüş ve kulaklarından kan gelip, nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hâdise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çâresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca büyük bir velî bildiği Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin huzûruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve duâ istedi. Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin âdeti şöyleydi ki; teveccüh ve tasarruflarını, manevî yardımlarını, sebepler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıp kitabı istedi. Kitabı alıp; “Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!” buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed Bâkîbillah hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup, çocuğa himmet ve duâda bulundu. Sonra çocuk eski hâline gelip, sapa sağlam oldu. Bu hâdiseye şâhit olanların şaşkınlığı bir kat dahâ arttı.

Doğruluktan ve mürüvvetten uzak bir asker, Muhammed Bâkîbillah’ın komşularından birine eziyet ediyordu. Muhammed Bâkîbillah hazretleri, bu zulmü görerek, râhat edemeyip, askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker nasîhatlerini kabûl etmedi. Bâkîbillah, mazlûma merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi: “Merhameti gibi gayreti de çok olan büyük velîlerin komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!” İki, üç gün sonra, o zâlim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.

Bir gün dervîşlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu. Hâtırından, ondan bir yorgan istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkîbillah hazretlerine bu düşüncesi zâhir olup, namâzdan sonra; “Filân dervîşe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz,” buyurdu. O dervîş; “O günden beri Muhammed Bâkîbillah hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum,” demiştir.

Vefâtı yaklaştığı son günlerde hanımına; “Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hâdise önüme gelir,” buyurdu. Mübârek ellerini açtı ve; “Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişânıdır,” dedi. Yine bu günlerden bir gün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve; “Gel berâber bu aynaya bakalım,” dedi. O afîfe hâtun şöyle demiştir; “Aynada, onu tamâmen beyâz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor,” dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.