; Evliya Kabirleri | İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

  Hayatı   Fotoğraflar   Menkıbeleri
İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh Hayatı

Âriflerin kutbu, hakîkat sâhiplerinin rehberi, Evliyâi kirâmın kıdvesi, Allahü teâlâ’nın sevgilisi, ikinci binin yenileyici ve nûrlandırıcısı, Allahü teâlâ’ya yaklaşanların kalplerinin kıblesi, silsilei zehebin eşsiz halkası ve yirmi üçüncü ferdi kâmili olan Ahmedi Fârûkî Serhendînin “kuddise sirruh” babası Abdülehaddir. Onun babası Zeynel’âbidîn, onun babası Abdülhayy, onun babası Muhammed, onun babası Habîbullah, onun babası imâmı Refî’uddîn, onun babası hâce Nûr, onun babası Nasîreddîn, onun babası Süleymân, onun babası Yûsüf, onun babası Şu’âyb, onun babası Ahmed, onun babası Yûsüf, onun babası Şihâbüddîn (Ferrûh Şâh İsmi ile meşhûrdur), onun babası Nasîreddîn, onun babası Mahmûd, onun babası Süleymân, onun babası Mes’ûd, onun babası Abdüllah vâ’ızi esgar, onun babası Abdüllah vâizi ekber, onun babası Nâsır, onun babası Abdüllah ibni Ömer, onun da babası Hazreti ÖmerülFârûkdur “radıyallahü anhüm ecma’în”.
İmâmı Rabbânî, müceddid ve münevviri elfi sânî, Ahmed ibni AbdilEhadın yirmi dokuzuncu babası, üçüncü halîfe Emîr’ülmüminîn ÖmerülFârûkdur “radıyallahü anh”. İmâmı Rabbânî’nin dedelerinin hepsi zamânlarının büyük âlimi, Sâlih, fâdıl kimseleri idi.
İmâmı Rabbânî Ahmed Fârûkî “kuddise sirruh”, 971 [m. 1563]de Hindistânda Lâhor ile Delhî arasındaki cadde üzerinde bulunan Serhend şehrinde dünyâya gelmiştir. Serhend, siyâh aslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri evvelce aslanlar ormanı imiş. Şehri evvelâ sultân Firûz şâh kurmuştur.
Edebiyyâta çok meraklı olup, fesahati, belâgatı, sür’ati intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikte kalbi Ahrâriyye büyüklerinin aşkı ile yanıyordu. Bu yolda yazılmış kitâpları okuyordu. Babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhendden çıktı. Hindistânın hükümet merkezi olan Dehli [Yani Delhî] şehrine gelince, orada Muhammed Bâkî billâhı “kuddise sirruh” ziyâret etti. Huzûruna girince, kalbinde bir nûr parladı. Mıknâtıs iğneyi çeker gibi, çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzû, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna gelip Ahrâriyye feyizine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı. Edeple, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yani Kâ’beye gitmekten vazgeçip, Kâ’be sahibini talep etti. Yüksek kâbiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâl ât kendisinde hâsıl oldu. Üstâdının da lütfü ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu. Birkaç ay sonra üstâdından Ahrâriyyenin kaytsız şartsız tâm icâzetini aldı. Memleketine dönmesi emir olundu. Üstâdı, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini ona bırakıp, bunları da arkasından Serhendde gönderdi.
Memleketine gelince, Zâhirî ve Bâtınî ilim ve nûrlarını dünyâya yaymağa, talipleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti âleme yayılıp, her taraftan gelen âşıklar arasında, kendi üstâdı da, onun nûrundan fâidelenmeğe geliyordu. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini diriltiyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamânının pâdişahlarını, vâlî, kumandan, âlim, hâkimlerini çok tesîrli mektuplar ile dîne, sünneti seniyyeye teşvîk ediyordu. Çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu.
Üstâdı, hâce Muhammed Bâkîbillâh “kaddesallahü sirrehül’azîz”, çok defa: (Ahmed, murâdlardan ve mahbûblardandır) buyururdu. Çabuk ilerlemelerinin sebepi de, bu idi. Cihânı aydınlatan bir güneş gibi oldu. Hocası kendisine en yüksek makâmlara çıktığını ve herkesi de çıkarabileceğini ve Allahü teâlâ’ya yakınlıklarını müjdeledi ve kendisine buyurdu ki: (Hocam İmkenegî’den “kuddise sirruh” icâzet alıp, Hindistâna dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rüyada bana, sen bir kutbun civârındasın, dediler ve kutb olan zâtın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız. Yine Serhendden geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meşale yanmış, şarktan garba kadar bütün dünyâ, bu meşalenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meşalenin ziyâsının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rüyayı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret biliyorum).
İmâmı Ahmed Rabbânî’nin “kuddise sirruh” vakti şöyledir ki, eski ümmetler zamânında dünyânın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülül’azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayırlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bu ümmetin âlimleri, Benîİsrâîlin Peygamberleri gibidir. Hadîsi şerifte, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmette âlimlerin varlığı kâfî görüldü. Böyle bir vakitte, Yani Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene sonra, marifeti tâm, âlim ve ârif bir zât lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ülül’azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zîrâ, bu ümmetin âhıri, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene sonradır. Çünkü, bin sene geçmesinde büyük bir husûsiyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli tesîrler vardır. Bu ümmette ve bu dinde değişiklik olmayacağına göre, şüphesiz geçmişlerdeki nispetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zarûrîdir.
Böylece, imâmı Ahmed Rabbânî’nin “kuddise sirruh” mübârek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtini câmi’ kılıp, bu yüksek makâm ile diğerlerinden ayırdılar. Onun şaşılacak ilimlerine, Zâti ilâhiyyeye ait marifetlerine, temiz ahlâkına ve hâlleri, mevâcid ve tecellîleri ve zuhûrları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gâyet iyi anlar. Çünkü, bunlar islâmiyyetin özü, dînin esâsı ve Allahü teâlâ’nın zâtına, sıfatlarına ait ilimlerin hülâsasıdır.
Kâ’bei mu’azzamanın hakîkati, Kur’ânı kerîm’in hakîkati, namâzın hakîkati, ma’büdiyyeti sırfa, muhabbetin; hıllet, muhibbiyyet ve mahbûbiyyet gibi dereceleri, te’ayyüni vücûdî, te’ayyüni hubbî, lâte’ayyün mertebesi, mahlûkatın mebdei te’ayyünlerinin zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebdei te’ayyünleri, talebenin isti’dâdlarının hangi sıfat ve isimi ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri, hangisi Muhammedîül meşrep, hangisi İbrâhîmül meşrep... muhibbiyyet ve mahbûbiyyeti zâtiyye ile olan kendi vilâyetleri, bunların husûsiyyetlerinin hakîkî hüviyyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabâhat ve melâhatin esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve dahâ nice esrâr ve manâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi.
Dahâ önce gelen Evliyâdan “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hiçbirisi bunlardan bahs etmedi. Bunların tafsîli, üç cilt (Mektûbat) kitâplarında ve diğer yedi risâlelerinde yazılıdır.
Hâce Muhammed Bâkînin “kuddise sirruh” talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan seyyid Muhammed Nu’mân “rahimehullahü teâlâ” diyor ki: İmâmı Rabbânîye tâbi’ olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzûm olmadığını anlatmak için,
(Kalbimin aynası ancak sizin parlak Kalbinizin nûruna karşı duruyor) dedim. Hocam sert bir sesle: (Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerle yıldızı örtmektedir) buyurdu.
Hâce Muhammed Bâkî, zamânının âlimlerinin büyüklerinden dahâ bazı ahbâbına yazdığı mektuplardan birisinde buyuruyor ki: (Serhend) şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok. Her hareketi ilmine uygun. Birkaç gün bu fakîrin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabâsı ve kardeşlerinin hepsi de, pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamânda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmedin oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlâ’nın birer hazînesidir.
Bir kere de buyurdu ki, bu üç dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraştım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, onun gibi biri meydâna geldi.
Hâce Muhammed Bâkî “kuddise sirruh”, bir kere de buyurdu ki, kalplere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâdan getirip, Hindistânın bereketli toprağına ektim. Taliplerin yetişip kemâle gelmesi “çin uğraştım. O, her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.
Hasenül Gavsî, onu çok medh ederdi. (Menâkıbülevliya) kitabında, İmâm için (Mahbûbiyyet makâmının sahibi ve vahdâniyet meclisi kürsîsinin ziyneti ve ferdiyet makâmının ehli, kutbiyyet mertebesinin reîsi) yazmaktadır.
Mevlâ’nâ Abdülhakîmi Siyalkûtî, İmâma “rahimehümallahü teâlâ” çok tazîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. Ona (Müceddidi elfi sânî) diye hitâp ederdi. Ona bu İsmi evvel söyleyen budur dediler. İnkâr edenlere karşı (Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan itiraz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir. İlim ve feyiz kaynağı, irfân menba’ı üstat Ahmedin sözlerini reddetmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır) yazmıştır.
O zamânın sultânı olan Selîm cihângir hânın devlet adamları, hattâ büyük vezîri ve baş müftîsi ve hattâ haremi Ehli sünnet değildi. Hâlbuki imâmın birçok mektupları ve bilhâssa ayrıca yazdığı) (Reddi revâfıd) risâlesi, mezhepsizleri reddetmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır.
İmâmı Rabbânî bu risâlesini Buhârâda bulunan en büyük Özbek hânı Abdüllahı Cengizî hâna yollamıştı. (Bunu Îrânda şâh Abbâsı Safevîye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harp câiz olur) demişti. Kabûl etmedi. Harp oldu. Abdüllah hân, Hirâtı ve Horasandaki şehirleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistân’daki mezhepsizler el ele verdiler, İmâmın, üstâdına yazmış olduğu, birinci cildin on birinci mektûbunu sultâna göndererek (O kendini herkesten, hattâ Ebû Bekr’den “radıyallahü anh” dahâ yüksek biliyor ve iddiâ ediyor) dediler. Sultân, oğlu Şâh Cihânı gönderip, İmâmı ve evladını ve yetiştirdiği büyükleri davet etti. Hepsini öldürmeğe karar verdi. Şâh Cihân, bir müftî ile İmâmı Rabbânî’ye gitti. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâmı Rabbânî’nin hâlis olduğunu biliyordu. Babama secde edersen, seni kurtarabilirim, dedi. İmâm, bu fetvânın, zarûret zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi. Evladını ve eshâbını bırakıp yalnız geldi.
Sultân, on birinci mektûbu gösterip manâsını sordu. O kadar güzel ve doyurucu cevab verdi ki, Sultân, yüksek hakîkatleri ve esrârı anlayabilecek birisi olmadığı hâlde, neşelendi ve serbest bırakıp afv diledi. Hasetçiler, sultânın hoş, kendi uğraşmalarının boş olduğunu görünce, sultâna, bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir. Ne kadar kendini beğenmiş ki, sizi bile küçük görüp, secde ile saygı göstermedi. Hattâ, selâm bile vermedi, dediler.
İmâm, içeri girince, sultânı, sarhoş, kızgın, azgın, Yani hürmet ve değerden kendini sıyırmış görerek, selâm vermemişti. Mecliste uzun konuşmadan sonra, Güvalyar kal’asında hapsini emir etti. Bu kal’a, memleketin en sağlam ve korkunç kal’ası idi. Bülbüllerin, aşağı insanların kafesine sokulması gibi, İmâmın “radıyallahü anh” mübârek güneş yüzü, Müslümânların nazarından perdelendi. Ayın on dördü, siyâh bulutla örtüldü. Hindin meşhûr edîbi, Âzât İsmi ile anılan seyyid gulâm Alî, o gecenin kararışını, gâyet güzel şiirleri ile hatırlatmaktadır.
İmâmı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” dahâ önceleri, (Yetiştiğim derecelerin üstünde, çok dahâ makâmlar var. Oralara yükselmek, Celâl ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar Cemâl ile, okşanarak terbiye edildim) buyurmuştu. Eshâbından bazısına, (Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak) demişti. İşte dediği gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîp oldu.
Kal’ada mahsus bulunan binlerce kâfir, İmâmın “kuddise sirruh” bereketi ile îmân ve İslâm ile şereflendi. Birçok günâhkâr, tövbe etti. Hattâ, bazıları yüksek âlim oldu. Hattâ, sultâna on birinci mektûbu anlatırken, orada bulunan, ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâmın dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek, Müslümân olduğu meşhûrdur. Sultânın vezîri, zindanda İmâmın başına kardeşini tayîn etmiş ve çok şiddetli davranmasını söylemişti. Bu ise, İmâmdan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine, heybet, sabır ve hattâ neşe görerek tövbe eylemiş, sapıklık yularını çıkararak, Ehli sünnet gerdanlığı ile ziynettenmiş ve İmâmın “kuddise sirruh” hâlis talebesinden olmuştu.
İmâm “radıyallahü anh” mahpus iken sultândan râzı idi. Yaptığı bu işinden memnûn idi. Ona hep hayr duâ ediyordu. Hattâ, İmâmın “kuddise sirruh” eshâbından bazısı, sultâna kast etmek istedi. Bunu yapabilecek kudrette idiler.
Fakat İmâm onları, rüyalarında ve uyanık iken men’ etti. Sultâna hayr duâ etmelerini emir etti. (Sultânı incitmek, bütün insanlara zarar verir) buyururdu. Zindandan evladına yazdığı mektupları, Mektûbâtdan okuyanlar, bunları iyi anlar.
Sultân Selîm Cihângir hânın oğlu şâh Cihân “rahimehullahü teâlâ” babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalpten kendisine bağlı olduğu hâlde, zafer kazanamadı. O zamânın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. Velî dedi ki: Senin zafer kazanman için, vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle berâber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da, İmâmı Rabbânî müceddidi elfi sânî “kuddise sirruh” hazretleridir. Şâh Cihân, İmâmın huzûruna gelip, duâ etmesi için yalvardı. İmâm “kuddise sirruh”, babasına karşı gelmesine mâni’ olup nasîhat etti.
(Babana git, elini öp, gönlünü al! Yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır) diye müjde de verdi. Şâh Cihân, emirlerini dinledi. Arzûsundan vaaz geçti. Az zamân sonra 1037 [m. 1627] de, babası vefât edince, saltanata kavuştu. Hasetçilerin İmâm için, sultânı dinlemiyor, kanûnlara karşı geliyor, sözlerine hiç inanılır mı?
İmâm “kuddise sirruh” kal’ada iki veyâ üç sene kaldıktan sonra, sultân yaptığına pişmân oldu. Hapisten çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını emir etti. Sonra serbest bırakıp ihtiramla vatanına gönderdi. İmâmı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak avdet buyurdu. Bundan sonra yazdıkları mektuplardaki hakîkatleri, marifetleri, esrârı ve incelikleri ancak evlatı izâmı ve yetiştirdiği hülefâi kibârı anlayabilir. Bu kıymetli mektupları ile Mektûbâ tın üç cildi temâm olmuştur.
Evliyânın büyükleri, hattâ, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, böyle belâlara, musîbetlere yakalanmışlar ki, zamânımızın evliyâsı ve Sâlihleri tesellî bulsun ve câhiller de zamânın evliyâsını dert ve belâda görerek, onları fenâ bilmesin. Bu inceliği anlayamayan târîhçiler, Evliyânın iyi günlerini yazıp, beşeriyet îcâbı olan hâllerini yazmıyor, bunları okuyan ehâlî de onları melek gibi sanarak seviyorlar ve kendi zamânlarında Sâlih, müttekî ve evliyâ gibi diye işittikleri bir kimsede insanlık îcâbı bir hâl görünce, onu kötü bilip, ondan istifâdeden mahrûm kalıyorlar. Hattâ onu çekiştirip, çok büyük günâha giriyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, sevdiklerini insanlığa lâzım olan hâllerin içinde saklamaktadır. Nitekim (Sevdiklerimi saklarım. Onları herkes tanıyamaz) buyurmaktadır. Bu hususta İmâmı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mektûbât)da çok şeyler bildirdiği gibi, Muhyiddîni Arabi “kuddise sirruh” da, (Fütühât) kitabında diyor ki: Kalbi kıran, nefsi terbiye eden bir kusûr, nefsi azdıran, kalbe gurûr getiren ibadetten fâidelidir.
İmâmı Rabbânî, müceddidi elfi sânî, Ahmed Fârûkî “kuddise sirruh”, arzûlarına kavuşup, Allahü teâlâ’nın ihsân ettiği derecelere varıp, takdîri ilâhî yerini bulunca, Azrâîl aleyhisselâmın davetini kabûl edip, hicrî bin otuz dört 1034 [m. 1624] senesi, Safer ayının yirmi dokuzuncu salı günü, Refîki a’lâya kavuştu. Serhend kabristânına defin edildi. Allahü teâlâ, rûhunu râhat ve kabrini nûr ile dolu etsin! Bizleri, kıymetli nefeslerinin bereketi ve yüksek sevgisi ile fâidelendirsin! Şefâ’atine kavuştursun ve kıyâmet gününde kendisini sevenler ile berâber, bayrağı altında toplasın! Âmîn.
Seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh” mektuplarında ve derslerinde: (Ba’de kitâbillah ve ba’de kitâbı Resûlillah, efdali kütüb, Mektûbâtest) buyururlardı. Yani, Allahü teâlâ’nın kitabı olan Kur’ânı kerîm’den sonra ve Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîsi şerîflerinin toplanması ile meydâna gelmiş olan Buhârî kitabından sonra, dîni islâmda yazılmış kitâpların en üstünü Mektûbât’dır. [Evliyâyı kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının marifetlerini bildiren kitâpların en kıymetlisi, Celâleddîni Rûmînin (Mesnevî)si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının marifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının marifetlerini ve inceliklerini bildiren kitâpların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâmı Rabbânî Ahmed Fârûkînin) (Mektûbât kitabıdır.]
Yine Abdülhakîmi Arvâsî bir mektûbunda, (Din ve dünyâya en ziyâde yarayan ve dîni islâmda misli yazılmamış olan (Mektûbât) kitabını okuyup bazısını anlayan...) yazmışlardır. Buyururlardı ki, fârisîyi az bilen bir kimse, Mektûbâ tın fârisîsini dahâ kolay anlar.
Buyurdu ki: “Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber efendimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefât edecekleri zamân böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriyeden, Tirmizî ve Ebû Dâvüd şöyle rivâyet eder: Resûlullah efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalpler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: “Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: (Size vasiyetim olsun ki, Allahdan korkunuz. Bir köle bile emiri ilâhîyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zamân benim ve Hulefâi râşidînin sünnetine gâyet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bidatten çok sakınınız. Çünkü bütün bidatler dalâlettir, sapıklıktır.)
İmâmı Rabbânî hazretleri vasiyetine devâmla şöyle buyurdu: “Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, nasîhatlerin en incelerini bile; “Din nasihattir” hadîsi şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitâplarından, tam tâbi’ olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim teçhîz ve tekfîn işlerimde sünnete uyunuz.”
Bir gün talebesinden on kişi aynı akşam İmâmı iftâra davet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı ânda, hepsinin evinde hâzır bulunup, iftâr ettiler.
Bir gün buyurdu ki, Kâ’bei mu’azzamayı tavâf arzûm o kadar ziyadeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlâ’nın lütfü ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâ’bei şerîfeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şereflendim.
İmâmı Ahmed Rabbânî’nin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” mübârek kalemlerinin dilinden ve dil kalemlerinden çıkan sözlerinden, birkaç tâne yazalım:
*Görülen ve bilinen Her şey, mukayyettir. [Başka şeylere bağlılığı vardır.] Maksut ve matlup [olmağa lâyık] değildirler. Matlup [olmağa lâyık] olan, bütün kayıtlardan, bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O hâlde, Onu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramak lâzımdır.
*Seyr ve Sülûk, ilimde hareketten ibârettir.
*Evliyâullahı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanların muhtaç olduklarına bunlar da muhtaçtır. Evliyâlık, bu ihtiyâcı bunlardan kaldırmaz.
*Allahü teâlâ, Evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendi zâhirleri bile kalplerindeki kemâlâtdan habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların hâlini bilsin.
*Yâ Rabbî! Bu nasıl iştir ki, kendin için Evliyâ yaptın. Onların bâtınları, (Yani kalpleri) abı hayattır. Bir katre tadan, ebedî hayâtı bulmuş, se’âdeti ebediyyeye kavuşmuş olur. Zâhirleri, Yani dış görünüşleri ise, öldürücü zehirdir. Yalnız zâhirlerine bakan, ebedî ölüme duçâr olmuştur.
*İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. Vilâyet makâmlarının sonu, abdiyyet (kulluk) makâmıdır. Bunun üstünde makâm yoktur.
*Binlerce kimseden bir dânesini ihlâs devleti ve rızâ makâmı ile şereflendirirler. Maksat olan ihlâs ve rızâ, bu fakîre, bu yolda tâm on sene sonra verildi. Bunların özü, hakîkati, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sadakası olarak, tamâmen açıklandı. Bunun için, Allahü teâlâ’ya hamdü senâlar olsun!
*Bu büyüklerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolu çok kıymetli, pek azîzdir. Sünnete uymak esâsı üzerine kurulmuştur. Şimdi Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekten (diriltmekten) başka bir arzûm yoktur. Hâller, mevâcid ve zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin nispeti [yoluna girmek] ile mamûr etmeli, zâhiri tamâmen ahkâmı islâmiyye ile süslemelidir. [Ahkâmı islâmiyye, emirler ve yasaklar demektir.]
*Hindistân’a Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmiştir. Onların mezârlarının üzerinde parlak nûrlar görüyorum. İstesem hepsinin mezârını gösteririm! Fakat insanlar, böyle sözlere pek inanmazlar.
*İnsanlar, riyâzet çekmek deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emir ettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan dahâ güç ve dahâ fâidelidir.
*Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emir ettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.
*Serveri kâinâtı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Benim için bir icâzet yazdı ve buyurdu ki, (Eshâbımdan sonra “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu güne kadar, hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.) Bana müjde verdi ki, yarın kıyâmet günü, binlerce insan, senin şefâatinle Cennete girer. Beni ilimi kelâmda müctehid eylediler.
*İslâmiyyeti gördüm. Bir kervânın kervansaraya inmesi gibi, bizim yanımıza indi, deyip, mescitlerine ve dergâhlarına işâret eylediler.
*Bir sabâh İmâmı a’zamın “rahmetullahi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların nûrları içine dalmış buldum. Bu büyüklerin nispetinde husûsî bir fenâ buldum. Bunun gibi, dahâ sonra, imâmı Şâfi’înin “rahmetullahi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Bu defa, beni onların nûru kuşattı. Bunların nispetinde de fânî oldum.
*Gavsül’a’zam “kuddise sirruh”, Kâdirî meşâyıhı “rahmetullahi aleyhim” ile yanıma geldiler. Bu büyüklerin gelmesi bereketi ile, kendimi Kâdirî nispetinin (yolunun) nûrları içinde buldum. Kalbimden: (Beni Nakşîbendî büyükleri yetiştirdi. Şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun tesîri bende dahâ fazla görülüyor?) diye düşündüm. Bu ânda, Hazreti hâcei cihân Behâüddîni Buhârî “kuddise sirruh” talebeleri ile birlikte se’âdet ile teşrîf eylediklerini ve Gavsüssekaleynin karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitâben buyurdu ki: (Ahmed bizdendir. Kemâl ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuştu.) Bu konuşma esnâsında, Çeştiyye ve Kübreviyye büyükleri de geldiler. Kendi nispetlerini kalbime akıttılar. Yeniden icâzet verdiler.
Eskiden bende olan bu büyüklerin nispeti kuvvetlendi ve dahâ parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan talebeyi kemâle erdirebilirim.
*Bir gün amellerimdeki kusûru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmânlık ve kırıklık içinde iken, (Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir) hadîsi şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: (Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri mağfîret eyledim.)
*Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem, hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar.
*Bana, (Sen kimin cenâzesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu afv etmiştir) diye müjdelediler. Ve yine ilhâm olundu ki, (Hangi ölünün afvını istersen, ondan azâbı kaldırırlar). Yine ilhâm buyuruldu ki, (Senin kabrinin toprağından bir mezâra bir avuç toprak atsalar, o kimse mağfireti ilâhiyyeye kavuşur). [Yâ o mezârda yatanın hâli nasıl olur?]
*Allahü teâlâ’nın bu fakîri mümtâz eylediği yolun esâsı, temeli, sonda kavuşulan hâllerin başlangıca yerleştirildiği Ahrâriyye yoludur. Bu esâs üzerine binâlar ve köşkler kuruldu. Bu temel, bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki durum böyle olamazdı. Bu kıymetli tohumu, Buhârâ ve Semerkanddan getirip, asılı Medînei münevvere ve Mekkei mükereme toprağından olan, Hindistân’a ektiler. Fazîlet ve ikrâm suyu ile senelerce suladılar. İhsân ile büyüttüler. Olgunlaşıp, kemâle gelince, şimdiki ilim ve marifet meyveleri hâsıl oldu.
*Bize bildirildi ki, Hazreti Mehdî “aleyhirrahme”, bizim bu nispetimizde bulunacak, bizim marifet ve hakikatten yazdıklarımızı okuyacak ve kabûl edecektir.
*Allahü teâlâ, fadl ve keremi ile, bir kulda bulunabilen bütün kemâlâtı, [Nübüvvet makâmından başka hepsini] bize ihsân eyledi.
*Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakka kavuşamaz.
*Ehlin gönlü için [âilenin gönlünü almak için] günâh işlemek ahmaklıktır.
*Farzı bırakıp, nâfile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.
*Gınâ sâhiplerinin Yani zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakîrlerin ise onurlu olması lâzımdır.
*İnsana lâzım olan, önce Ehli sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak, dahâ sonra Tasavvuf yolunda ilerlemektir.
*Kalbin tasfiyesi [temizlenmesi]; İslâmiyyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bidatlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve doğru yolu gösteren âlimi sevmek bunu kolaylaştırır.
*Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o bir şey içindir. O da nefsdir.
*Kâfirlere kıymet vermek, Müslümânlığı aşağılamak olur.
*Kelimei tevhit; putlara ibâdeti bırakıp, Allahü teâlâ’ya ibâdet etmek demektir.
*Küfr, nefsi emmârenin isteklerinden hâsıl olur.
*Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.
*Mubâhları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harâma yol açar.
*Büyükleri sevmek, se’âdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhane, gevşeklik sığmaz.
*Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehli mürekkeb olmuştur.
*Nefse, günâhlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan dahâ güç gelir. Onun için günahtan kaçmak dahâ sevaptır.
*Razzâk olan Hak teâlâ, rızklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.
*Se’âdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.
*Se’âdeti ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere uymağa bağlıdır.
*Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.
*Sünnet ile bidat birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.
*Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.
*Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat dahâ sevaptır.
*Sâlih ameller İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalp selamette olmaz.
*Cennet ile Cehennemden başka ebedî bir yer yoktur. Cennete girmek için îmân etmek ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.
*Dünyâyı maksat edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzûlarına yardımcıdır. Dünyâ ve âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günâhların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar ahrette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyyete uymaktır.
*Bu zamânda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, ahrette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nimettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur.
*Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mubâhların, zarûret miktârından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, harâmları ve şüphelileri terk edip yalnız mubâhları kullanmaktır. Bu zamânda bu da iyidir.
*Tespih okumak (sübhânallah demek), tövbenin anahtârı ve hattâ özüdür.
*Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. Yani Allahü teâlâ’ya ibâdet ve tâ’at etmektir.
*Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret nimetlerinin en üstünüdür.
*Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hâzırlık yapmayana yazıklar olsun!
*Âyeti kerîmede meâlen; “Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir” buyruldu.
Allahü teâlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vazgeçerler yapmazlar.
Bunlar yâ Hak teâlâ’nın görmesine inanmıyorlar, yahut onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.
*İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç [sevâp] hâsıl eder.
*Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.
*Dünyânın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikde (cimrilikde) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.
*Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü fâidesiz, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.
*Uygunsuz kimseler ile arkadaşlık etmekten elden geldiği kadar sakınınız!
*Şeyhülislâm Abdüllahi Ensârî Hirevî buyuruyor ki: Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan Sana kavuşuyor ve Sana kavuşamayanlar, onları tanımıyor.
*Aklı me’âd lâzımdır. Aklı me’âdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü düşünmek, ahrette olacak şeyleri öğrenmek ve âhıret derdi ile şereflenmiş olanlar ile birlikte bulunmaktır.
*Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan dahâ çok fâidelidir.
*Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.
*Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.
*Ölülere duâ ve istiğfâr etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdâtlarına yetişmek lâzımdır.
*Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâ’yı bırakmak ahmaklıktır.
*Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi se’âdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.
*Birkaç günlük zamânı büyük nimet bilerek, Allahü teâlâ’nın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.
*İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâ’ya en çok yaklaştıran şey namâzdır.
*Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebep olmayınız! Her işinizin İslâmiyyete uygun olması için, Allahü teâlâ’ya yalvarınız.
*Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyâlıklara aldanmamalıdır.
*İhsân sahibinin kapısı çalınınca açılır.
*Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allahü teâlâ’ya vermiş olanların sohbetidir.
*Dünyâ hayâtı pek kısadır. Bunu en lüzûmlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbir şey sohbet gibi fâideli olmaz.
İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh

İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh Menkıbeleri

Bir gün taliplerden biri, İmâma bir mektup yazıp, (Sizin bu beyân ettiğiniz makâmlar, Eshâbı kirâm’da hâsıl olmuş mu idi, yoksa olmamış mı idi? Eğer hâsıl olmuşsa, bir defada mı hâsıl oldu, yoksa tedrîcen mi?) diye sordu. İmâm buyurdu ki, bu suâlin cevabı ancak sohbette verilir. Soran kimse, huzûruna ve sohbetine geldi. İmâm “kuddise sirruh” onun hâline teveccüh edip, kendindeki bütün nispetleri ona ihsân eyledi ve (Ne gördün?) buyurdu. Hazreti İmâmın ayaklarına kapandı ve (Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” bir sohbeti ile, Eshâbı kirâm “aleyhimürrıdvan” vilâyetin bütün makâmlarına kavuşmuşlardır) şimdi anladım, diye arz etti.

Mevlâ’nâ Yûsüf hasta idi. Ölümü yaklaşmıştı. İmâmı Rabbânî, onu ziyârete geldi. Mevlâ’nâ Yûsüf teveccüh ve himmet istedi. İmâm “kuddise sirruh”, murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makâmlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu temâm eyledi ve aynı ânda Allaha kavuştu.

Talebesinden bazısı, Gavsüla’zamı, Yani Abdülkâdiri Geylânîyi “kuddise sirruh” ziyâret etmeği, İmâma, arz ettiler. Sustu ve Gavsüla’zamın “radıyallahü anhümâ” rûhuna teveccüh eyledi. Mübârek rûhu göründü ve talebelerinin büyükleri ile teşrîf eyledi. İmâmın orada bulunan talebesi, gelenleri ziyâret edip, istifâde ettiler.

Cüzzam (Miskin) hastalığına yakalanan bir kimse, İmâmdan, şifâ için duâ istedi. Teveccüh eyledi. Cüzzam hastalığından kurtulup, tâm bir şifâ buldu.

Halkada dâima Kur’ânı kerîm okuyan bir hâfız, ağır şekilde hastalandı. Herkes ümmîdi kesmişti. İmâmı Rabbânî, onu himâyem altına aldım, buyurdu. Hemen iyi oldu.

Seferde iken arkadaşları ve talebesi havanın boğucu sıcaklığından çok sıkıldı. Ondan, merhamet istediler. İmâm “kuddise sirruh”, Allahü teâlâ’ya ilticâ etti. O ânda bir parça bulut göründü ve hafîfçe yağmur yağdı. Sıcaklık geçti. Toz kalmadı.

Muhlislerinden birkaçı, uzak bir yerde Hindûlara ait bir put hâneyi boş bulup, putları kırdılar. Putperestler, her taraftan ellerinde silâh ve kılıçlar olduğu hâlde, etrâflarını çevirdiler. Bu muhlisler, İmâma sığınıp, yardım istediler. İmâmı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” orada göründü ve buyurdu ki, (Hiç üzülmeyin! Size gâibden yardım geliyor). Birçok süvârî görünüp, bu azîzleri kâfirlerden korudular.

Talebesinden biri, sahrâda aslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâma sığınıp, imdat diledi. İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş aslana şiddet ile vurdu. Aslan kaçtı. Talebe kurtuldu.

Çok uzak bir memlekette bulunan bir azîz İmâmın methini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir kaldı. İmâmdan istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sahibi, Hazreti İmâmı kötülemeğe ve hakkında ağza alınmayan şeyler söylemeğe başladı. O azîz, çok üzüldü. Mahcup oldu. İmâma sığınıp kalbinden yalvardı: (Ben, yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu se’âdetden mahrûm etmek istiyor) dedi. İmâmı Rabbânî, tam bir kızgınlıkla, yalın kılıç zâhir olup, hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabâhleyin mübârek huzûrlarına kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm, (Gece olanı, gündüz anlatma) buyurup, setri kerâmet eyledi.

İmâmı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: ”Ben, İmâmı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzû ediyordum. Fakat çeşitli mâni’ler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîp olmamıştı. Bir gece karâr verip; “Yarın gidip hâlimi arz edip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rüyamda kendimi derin bir deniz kenârında gördüm. İmâmı Rabbânî hazretleri ise karşı sâhildeydi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın,” buyurdu. Bu sözlerini işitince, kalbim zikr etmeye başladı. Uykudan uyandım. Kalbim artık zikr ediyordu. “İmâmı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Dahâ ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabâhleyin İmâmı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rüyayı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arz ettim. Kalbimin zikr etmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna devâm et,” buyurdular.

İmâmı Rabbânî hazretleri talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bİsmillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey‘ün fil’ardı velâ fissemâ ve hüvessemî’ulalîm, ve Eûzü bikelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrâr tekrâr okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlâ’nın inâyeti ile kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten iki sâat geçmeden kervansarayın bazı kısımlarında yangın çıktı. Bir dürlü söndüremediler ve malların çoğu yanıp telef oldu. Bu arada İmâmı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlâ’nâ Abdülmümin Lâhorînin de malları yandı. Ona; “Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?” buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.

Muhammed Hâşimi Keşmî şöyle anlatmıştır: (Ecmirde iken, Terâvih namâzı kıldığımız mescidin bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâmı Rabbânî hazretleri bir gün bu düşüncelerine temâsla buyurdu ki: ”Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip, her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir,” buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâmı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir sâat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılıp yıkılmayacağına bakıyordum. İmâmı Rabbânî hazretleri, mescitten, görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca, duvar birdenbire yıkılıverdi.)

İmâmı Rabbânî hazretleri, vefât etmeden altı ay önce, Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berât kandilini kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: (Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kim bilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.) İmâmı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; (Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahîfesinden silindiğini görenin hâli nice olur?) buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâmı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.