; Evliya Kabirleri | Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh

Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh

  Hayatı   Fotoğraflar   Menkıbeleri
Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh

Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh Hayatı

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ilk halîfesidir. Peygamberlerden sonra, Eshâbı kirâmın ve insanların en üstünü olan sahabedir. Asıl adı Abdüllah bin Ebû Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürredir. Babasının adı Osmân olup, Kuhâfe lakabıyla meşhûrdur. Annesinin adı ise Selmâ binti Sahrdır. ÜmmülHayr lakabıyla tanınmaktadır. Hazreti Ebû Bekr, Peygamber efendimizden 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vakasından sonra 573 yılında Mekke’de dünyâya gelmiştir. Müslümân olmadan önce adı, Abdüluzza veyâ AbdülKâ’be idi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Onun ismini “Abdüllah” olarak değiştirdi. 38 yaşında Müslümân olmakla şereflenen Hazreti Ebû Bekr; Peygamber efendimizin vefât ettiği gün halîfe seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13. [m. 634] yılında Cemâziyel’âhir ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı. 15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefât etti. Vasiyeti üzerine, cenâzesini hanımı Esmâ yıkadı. Cenâze namâzını Hazreti Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücrei Se’âdete defin edildi.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” Aşerei Mübeşşerenin, Yani Cennetle müjdelenen on sahâbenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayın pederi ve Hazreti Âişenin babasıdır. Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” Resûlullah efendimize fevkâlâde sadâkât ve sevgisi vardı. Vefâtına, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntüsü, gammı ve hasreti sebep olmuştur. Ona karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarîf edilemeyecek kadar çoktur.
Peygamber efendimiz de, Ebû Bekri “radıyallahü anh” çok severdi. (Hiçbir kimse, bana sohbeti ile ve malı ile Ebû Bekr kadar fâideli olmadı. Eğer Rabbimden başka dost edinseydim, Ebû Bekri dost edinirdim) buyurmuştur.
Bir rivâyetde Ebû Bekr’in annesi Ümmül Hayr Selma binti Sahrın bir iki evladı olmuştu. Hiçbirisi yaşamamıştı. Hazreti Ebû Bekr doğduğu zamân, annesi kucağına alıp, Kâ’beye götürmüş ve yaşaması için, “Allahım bu çocuğu ölümden âzât edip, bana bağışla!” diye duâ etmişti. Kâ’benin her yanından “Yâ Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek. Tevrâtta adı Sıddîk olarak bildirildi” nidâsı geldi. Oradakilerin hepsi bunu duydular.
Bu sebeple Atîk ismini verdiler. Yâhûd, soyunda ayb ve kusûr sayılabilecek herhangi bir şey görülmediği için, bu lâkabı vermişlerdir, denildi.
Hazreti Ebû Bekr’in, Katîle, Ümmü Rûmân, Esmâ ve Habîbe adlı hanımlarından, Abdüllah, Esmâ, Abdürrahmân, Âişei Sıddîka, Muhammed ve Ümmü Gülsüm adlı çocukları olmuştur. Hazreti Ebû Bekr’in yüzü ve bedeni za’îf ve beyâzdı. Yanakları üstünde sakalları az, gözleri çukurca, alnı yumruca idi.
Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” ilk îmâna gelen, Müslümânlıkla şereflenen hür erkektir.
Kadınlardan ilk îmâna gelen Hadîcetül Kübrâ “radıyallahü anhâ”, kölelerinden Zeyd bin Harise “radıyallahü anh” ve çocuklardan Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Müslümân olmadan evvel, gençliğinde de Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini, barkını, Resûlullah uğruna harcadı.
Ebû Bekr “radıyallahü anh”, İslâmiyyeti kabûl etmesine kadar geçen 38 senelik hayâtında, asla içki içmemiş, putlara tapmamış, her türlü sapıklıktan, hurâfelerden kaçınmış, iffetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen birisi olup, fakîrlere yardım eder, muhtâç olanları gözetirdi. Dürüst bir tüccardı. Herkesin ona büyük bir itimâdı vardı.
Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekri Sıddîka Müslümân olmasını teklîf ettiği zamân, hiç tereddüt etmeden İslâmiyyeti kabûl etmişti. Müslümân olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onların da, Müslümân olmalarını söyledi ve onları iknâ etti. Eshâbı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden; Osmân bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi büyük zâtlar onun vâsıtasıyla Müslümân oldular. Annesi Ümmül Hayr da ilk Müslümânlardan oldu. Kureyşden babası, annesi, çocukları, torunları da Müslümânlığı kabûl eden sahâbî, Ebû Bekri Sıddîkdır. Bunlar, Peygamberimizi görüp Eshâbı kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâbı kirâm’dan hiçbiri böyle bir şerefe nâil olamamıştır.
Onun Müslümân oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir. O haberlerden biri şöyledir: Ebû Bekr “radıyallahü anh”, İslâmiyyetin zuhûrundan yermi sene önce, bir rüya görmüştü. Gökten dolunay inip, Kâ’bei muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalarından her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” evine düşen parça ise yükselmemişti. Çünkü, O hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mâni’ olmuştu.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” heyecanla rüyadan uyanmış, sabâh olunca hemen Yahûdî âlimlerinden birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında, “bu kar Işık rüyalardan biridir, onun için tabîr edilemez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” zihnini kurcalamaya devâm etmiş, Yahûdî’nin cevabı, onu tatmîn etmemişti. Bundan dolayı, bir zamân sonra ticârî seferlerinden birinde, yolu rahip Bahîranın diyârına uğramıştı. Gördüğü rüyanın tabîrini Bahîradan istemiş idi. Bahîra: “Sen neredensin?” dedi. Hazreti Ebû Bekr: “Mekke’denim” diye cevab verince, Bahîra: “Mekke’de bir Peygamber çıkıp, hidâyet nûru Mekke’nin her yerine ulaşacak. Sen hayâtında onun vezîri, vefâtından sonra da halîfesi olacaksın” deyince, Ebû Bekr “radıyallahü anh” bu cevaba çok hayret etmişti. Hattâ rahip, Ona şöyle demişti: “Çabuk, geriye dön ki, şu anda vahiy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!”.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” bu rüyasını ve tabîrlerini, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hemen Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” cevabında: (Bu nübüvvetime delîl, o rüyadır ki, bir Yahûdî âlimden tabîrini istedin. O âlim karışık rüyadandır, itibâr edilemez dedi. Sonra rahip Bahîra doğru tabîr etti) buyurarak, Ebû Bekre “radıyallahü anh” hitâben: (Ey Ebâ Bekr! Seni Hüdâya ve Resûlüne davet ederim) buyurmuştu.
Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekr, “Şahâdet ederim ki, sen Allahü teâlâ’nın resûlüsün ve senin peygamberliğin haktır ve cihânı aydınlatan bir nûrdur” diyerek, Onu tasdîk edip, Müslümân olmuştu. Hazreti Ebû Bekr’in Müslümân oluşu hakkında başka bir rivâyet de şöyledir: Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirildiğinde, “Bu sırrı kime açıklayabilirim” diye, düşünmüştü. Peygamber efendimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de Ona karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Ebû Bekr “radıyallahü anh” çok akıllı ve doğruyu görüp, seçebilmesiyle de meşhûrdu. Bunun için, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvet sırrını Ona açmaya karâr verdi.
O gece, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle düşünürken, Ebû Bekr “radıyallahü anh”da şöyle düşünüyordu: “Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç uygun değildir. Zîrâ, hiçbir zarar ve fâide vermeye kâdir olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllıca bir iş değildir. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bu düşünceyi ise, Muhammed’den “sallallahü aleyhi ve sellem” başkasına arz etmek lâyık değildir. Zîrâ olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için Ona varayım, bu hâli arz edeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!”. Ebû Bekr “radıyallahü anh” bu düşünce ile sabâhlayıp, Peygamber efendimize varmak için evden çıkmış, Peygamberimiz de hâneI se’âdetlerinden çıkmışlar; yolda karşılaşmışlar, birbirlerine karşı “Sözleşmeden birleştik” demişlerdi.
Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle söze başlamışlar: “Bir meşveret için sana geliyordum”. Ebû Bekr “radıyallahü anh” da: “Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum” dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “Söyle yâ Ebâ Bekr” buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü anh”: “Sen her işte öndersin. Önce sen söyle!” dediler. Peygamber efendimiz: “Dün bana bir melek görünüp, Allahü teâlâ’dan (Halkı dîne davet eyle!) diye emir getirdi. Ben endîşede kaldım. Bu gün sana geldim. Seni İslâm dînine davet ederim. Ne dersin?” buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü anh”: “İslâmiyyete önce beni kabûl eyle! Çünkü, dün gece sabâha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buna çok sevinip, Ebû Bekre “radıyallahü anh” îmânı anlattılar.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” da kabûl edip, müminlerin serdârı oldu. Diğer bir rivâyet de şöyledir: Hazreti Ebû Bekr, Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önce ticâret maksadıyla Yemene gitti.
Bu seferlerinde, Yemende bulunan, Ezd kabîlesinden, çok kitâp okumuş ve ömrü üç yüz doksan yıla ermiş bulunan bir ihtiyâra rastladı.
Bu ihtiyâr Hazreti Ebû Bekre bakıp: Zan ederim ki sen, “Mekke halkındansın” dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” “Evet, öyledir” dedi. İhtiyâr: “Sen Kureyşden misin?” dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “Evet!” dedi. “Beni Temimden misin?” dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “Evet!” dedi. İhtiyâr “Bir alâmet dahâ kaldı”. Nedir? diye sordular. İhtiyâr, “Karnını aç göreyim” deyince, Ebû Bekr, “Bundan maksadın nedir, söyle?” dedi. İhtiyâr, “Kitâplarda okudum ki, Mekke’de bir Peygamber gelir. Ona, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyârdır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyâr kişi ise, beyâz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde siyâh bir ben vardır.
Zan ederim ki o kimse sensin. Karnını aç göreyim” dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” da açtı. Göbeği üzerindeki siyâh beni görünce, “Vallahi o kimse sensin” deyip, Ebû Bekre bir çok vasiyetlerde bulundu. Ebû Bekr “radıyallahü anh” işini bitirince, vedâlaşmak için o ihtiyârın huzûruna vardı. Peygamber efendimiz hakkında birkaç beyt söylemesini ondan istedi. Bunun üzerine ihtiyâr, on iki beyt okudu. Ebû Bekr “radıyallahü anh” de bunları ezberledi.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” seferden Mekkei mükeremeye dönünce, Ukbe ibni Ebî Mu’ayt, Şeybe, Ebû Cehl, Ebül Bühterî gibi, Kureyşden ileri gelen kimseler, Onu ziyârete evine geldilerdi. Ebû Bekr onlara hitâben: “Aranızda hiçbir hâdise oldu mu?” buyurdu. Cevablarında: “Bundan dahâ garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Talîbin yetimi, Peygamberlik davâsı ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl dindensiniz diyor. Eğer hâtırın olmasaydı, Onu bu zamâna kadar sağ bırakmazdık. Sen Onun iyi dostusun, bu işi sen hâllet” dediler. Ebû Bekr “radıyallahü anh” onlardan bir bahâne ile ayrıldı. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Hadîcenin “radıyallahü anhâ” evinde olduğunu öğrenip, varıp kapıyı çaldı. Peygamber efendimiz kendilerini karşıladı.
Ebû Bekr “radıyallahü anh”: “Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Senin hakkında söylenilenler nedir?” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ben Hak teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Âdem oğullarına gönderildim. Îmân getir ki, Hak teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını Cehennemden koruyasın” buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, buna delîl nedir? dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “O, Yemende gördüğün ihtiyârın hikâyesi delîldir”, buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “Ben Yemende pek çok ihtiyâr ve genç gördüm”, dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” cevabında: “O ihtiyâr ki sana on iki beyt emânet verdi ve bana gönderdi” diyerek, o beyitlerin hepsini okudu.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” bunu sana kim haber verdi, deyince; cevabında: “Benden evvelki Peygamberlere gelen melek haber verdi” buyurdular. Bunu söyler söylemez, elini bana ver deyip, mübârek elini tuttu ve “Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” diyerek Müslümân oldu. Hayâtında ilk defa duyduğu, yüksek bir sevinçle evine Müslümân olarak dönmüştü.
Nitekim bir hadîsi şerifte:
(Her kime îmânı arz ettiysem, yüzünü buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” îmânı kabûl etmekte hiç tereddüt ve duraklama etmedi) buyurulmuştur. İslâmiyyeti kabûl eden Hazreti Ebû Bekri, dîninden vazgeçirmek için, Kureyş müşriklerinin azılı pehlivânlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı.
Kendi kabîlesi olan Beni Teym bunu gördükleri hâlde aldırış etmediler. Bir gün Resûlullah efendimiz, yeni Müslümân olanlardan birkaçı ile Erkam bin Ebil Erkamın “radıyallahü anh” Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazreti Ebû Bekr olmak üzere, hepsi bu yeni dînin müşriklere açıklanmasını arzûladıklarını bildirdiler. Henüz açıkça teblîğ edilmek emri verilmemişti. Peygamber efendimiz de: “Ey Ebâ Bekr! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz” buyurdu ise de, Ebû Bekr’in ve arkadaşlarının arzûlarının çokluğundan, onları kıramadı. Hemen Mesciti Harâmın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu hâlde bulunuyorlardı.
Hazreti Ebû Bekr ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü teâlâ’ya ve Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu anlatmaya başlayınca, müşrikler hep birden Ebû Bekre ve arkadaşlarına saldırdılar. Hazreti Ebû Bekri fenâ hâlde tartaklayıp, dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarını Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” yüzüne çarpıp, yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hâle getirdi. Beni Teym kabîlesine mensup olan kişiler yetişip, ayırmasaydılar, öldürünceye kadar dövmeye devâm edeceklerdi. Kabîlesinden olan kişiler, bitkin ve perîşan bir hâle gelen Hazreti Ebû Bekri bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ’beye geldiler. “Eğer Ebû Bekr ölecek olursa, yemîn olsun ki, biz de Utbeyi gebertiriz!” dediler ve yine Hazreti Ebû Bekr’in yanına gittiler.
Hazreti Ebû Bekr, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Teymliler, Onu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşâma doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz, ezik bir sesle: “Resûlullah ne yapıyor? O ne hâldedir? Ona da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi” diyebilmişti. Annesi ÜmmülHayra dediler ki: “Sor bakalım, bir şey yer veyâ içer mi?”. Hazreti Ebû Bekr’in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü! Ev tenhâlaşınca annesi ona: “Ne yersin, ne içersin?” diye sordu. Hazreti Ebû Bekr gözlerini açtı ve “Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi, “Vallahi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”: “Hattâbın kızı Ümmü Cemîle git, Resûlullahı ondan sor!” dedi.
Annesi ÜmmülHayr, kalkıp, Ümmü Cemîlin yanına gitti ve: “Oğlum Ebû Bekr, senden Abdüllahın oğlu Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” soruyor. Acaba ne hâldedir?”. Ümmü Cemîl de: “Benim ne Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, ne de Ebû Bekr hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?” dedi. ÜmmülHayr, “olur” deyince, kalktılar, Hazreti Ebû Bekr’in yanına geldiler.
Ümmü Cemîl, Hazreti Ebû Bekri böyle perîşan bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendisini tutamayarak çığlık kopardı ve: “Sana bunu yapan bir kavm, muhakkak azgın ve taşkındır.
Allah’dan dileğim, onlardan öcünü almasıdır” dedi. Hazreti Ebû Bekr, Ümmü Cemîle: “Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir diye sordu. Ümmü Cemîl ona: “Burada annen var, söylediğimi işitir” dedi. Hazreti Ebû Bekr de: Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz” deyince, Ümmü Cemîl: “Hayattadır, hâli iyidir” dedi. Tekrâr: Şimdi O nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemîl: “Erkamın evindedir” dedi. Hazreti Ebû Bekr: “Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey içerim!” dedi. Annesi: “Sen şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhâlaşınca, Hazreti Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemîle dayanarak yavaş yavaş Resûlullah’ın yanına vardı. Sarılıp öptü.
Müslümân kardeşleriyle kucaklaştı. Hazreti Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” bu hâli Peygamber efendimizi çok üzdü. Hazreti Ebû Bekr: Yâ Resûlallah! Babam, anam sana fedâ olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren annem Selmâdır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Selmâ hâtunun Müslümân olması için Allahü teâlâ’ya yalvardı. Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” duâsı kabûl olunmuştu.
Ebû Bekri Sıddîkın annesi de hidâyete kavuşup, Müslümânlığı kabûl etti. Böylece ilk Müslümânlardan biri olmakla şereflendi.
Hazreti Ebû Bekr, Peygamber efendimiz ne söylerse itirâz etmez, hemen kabûl ederdi. Hattâ herkesin itirâz ettiği meseleleri bile itirâzsız kabûllenirdi. Meselâ, Peygamberimizin Mirâç mucizesini kabûl etmeleri böyle oldu. Resûlullah efendimiz Miraçtan dönüp, sabâh olunca Kâ’be yanına gidip, Mekkelilere Mirâcı anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslümân olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekr’in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebâ Bekr! Sen çok kere Kudüs’e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zamân sürer”. Hazreti Ebû Bekr: “İyi biliyorum. Bir aydan fazla”, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek: “Senin efendin, Kudüse bir gecede gidip geldiğini söylüyor,” diyerek, Ebû Bekre sevgi, saygı ve güven gösterdiler.
Hazreti Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullah’ın mübârek adını işitince, “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir” deyip, içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekre sihir yapmış” diyorlardı. Ebû Bekri Sıddîk hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Yâ Resûlallah! Mirâcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalpleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun” dedi.
Ebû Bekr’in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı za’îf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o gün Hazreti Ebû Bekre “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla dahâ çok yükseldi. Hazreti Ebû Bekr, Resûlullah’ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu berâberliği, Mekke’den Medîne’ye hicrette de devâm etti. Ona mağara arkadaşı oldu. Mağarada üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medîne’ye varıncaya kadar Resûlullah’ın bütün hizmetlerini O gördü. Medîne’deki mescit yapılırken Onunla berâber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakarlıktan geri kalmadı. Hazreti Ebû Bekr, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazîfesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muhârebelerde Peygamber efendimizin muhâfızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir. Bedrde, Uhudda, Hendekde müşriklere karşı büyük kahramânlıklar göstermiştir. Tebük harpinde, sancaktarlık vazîfesini yürütmüştür.
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” son hastalıklarında üç gün imâmlık vazîfesini yapmış, on yedi vakit namâz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekre “radıyallahü anh” uyarak arkasında namâz kılmışlardır.
Hazreti Ebû Bekr, hicrî on [m. 632] senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine, Eshâbı kirâmın söz birliğiyle halîfe seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmdan sonra Müslümânların halîfesi, Yani Peygamberimizin vekîli ve Müslümânların reîsi olmuştur. Ondan sonra da sırası ile Hazreti Ömer, Hazreti Osmân ve Hazreti Alî halîfe olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir.
Bunlardan ilk ikisinin, Yani Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömerin [Yani (Şeyhayn)ın], diğer ikisinden, Yani Hazreti Osmân ile Hazreti Alî’den [Yani (Hateneyn)den] üstün olduğunu, Eshâbı kirâmın ve Tâbi’în hazretlerinin hepsi söylemişlerdir. Bu söz birliğini bütün din âlimleri haber vermektedir. EbülHaseni Eş’âri buyuruyor ki: “Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömerin, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan yâ câhildir veyâ inatçıdır”. Hazreti Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki: “Beni, Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömerden üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi onu döverim”. Abdülkâdiri Geylânî hazretleri (GunyetütTalîbîn) kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekri Sıddîkdır). Abdülkâdiri Geylâni yine buyurdu ki: Alî “radıyallahü anh” dedi ki: Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana dedi ki: (Benden sonra halîfe Hazreti Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anh” olacaksın!). Hazreti Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki: Ebû Bekr “radıyallahü anh” doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Günâh işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp, iki rek’at namâz kılar ve günâhları için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ o günâhı elbette afv eder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüz dokuzuncu âyetinde: Biri günâh işler veyâ kendine zulüm eder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve afv ve mağfiret edici bulur buyurmaktadır).
Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât ettiği haberi, Eshâbı kirâm arasında yayılınca, herkesin aklı başından gitmişti. Hazreti Ömer kılıcı eline alıp, “Resûlullah öldü” diyenin başını uçururum, dedi.
Herkes üzüntüden ve Ömerin “radıyallahü anh” bu hâlinden korktuğu hâlde, Hazreti Ebû Bekr, cesâretini muhâfaza ederek, Eshâbı kirâmın arasına girdi. Onlara Resûlullah’ın da öleceğini, Onun bir insan olduğunu bildiren âyeti kerîmeyi okuyup, tesîrli sözleri söyleyerek nasîhat etti. Herkesi sükûna ve huzûra kavuşturdu. Derhâl halîfe seçimi yapıldı. Müslümânlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Hazreti Ebû Bekr, Pazartesi günü halîfe seçilince, Salı günü, Mesciti şerîfe gelip, Eshâbı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve senâdan sonra: “Ey Müslümânlar! Sizin üzerinize halîfe ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam, bana yardım ediniz. Fenâ bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emânettir. Yalancılık hıyânettir. Sizin za’îfiniz bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım.
Kuvvetine güveneniniz ise bence za’îfdir. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. İnşâallahü teâlâ, hiçbiriniz cihâdı terk etmez. Cihâdı terk edenler zelîl olur. Ben Allaha ve Resûlüne itâat ettikçe, siz de bana itâat ediniz. Eğer ben Allaha ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itâat etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, namâz kılalım. Allahü teâlâ hepinize iyilik versin” dedi.
Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, İslâmiyyetden ayrılma tehlikesi baş gösterdi. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemendeki ve başka yerlerdeki memûrlar geri gelmeye, kara haberler getirmeğe başladılar. Müslümânlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medîne ve Tâifden başka bütün Arabistan halkı İslâmiyyetden ayrıldılar. Mürtetlerin sayısı yanında Müslümânlar pek az idi. Fakat Resûlullah’ın halîfesi, zamânı se’âdetdeki gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullah’ın niyyetlerini yerine getirmeye karârlı idi. Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Üsâmeyi ordu kumandanı ta’yîn edip, sekiz bin kişilik bir kuvvetle Şâm tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâmeye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medîne’den çıkmamıştı. O sırada Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât ettiler. Ebû Bekri Sıddîk halîfe seçilince, Eshâbı kirâm arasında Üsâmenin sefere gidip gitmemesi husûsunda ihtilâf çıktı.
Muhâcirler ve Ensâr “radıyallahü anhüm” bu kuvvetin Şâma gönderilememesini istiyorlardı. Çünkü bir taraftan Yahûdî ve Hıristiyânlar, diğer taraftan mürtet ve münâfıklar dîne saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak hâlimiz ne olur, diyorlardı. Hazreti Ebû Bekr, “Kuvvetimiz olmadığını ve her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkışsalar da, Resûli Ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek eliyle bayrağını verdiği Üsâmenin ordusunu Şâma göndereceğim, buyurup, hemen gönderdi. İslâm düşmanları bu hareketi görüp korktular. Müslümânlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Mürtetlerle [dinden ayrılanlar] muhârebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medîne’ye hücûma hâzırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir hücûm yaparak, sabâha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtetlerle muhârebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat Hazreti Alî “radıyallahü anh” halîfenin devesinin yularını tutup, “Ey Resûlün halîfesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullah’ın Uhud muhârebesinde söylediğini söylerim. O gün sana (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, Müslümânlar senden sonra düzen bulmaz” dedi. Eshâbı kirâmın hepsi, Hazreti Alîyi tasdik etti. Bunun üzerine halîfe hazretleri Medînei münevvereye döndü. Sonra, on bir kabîleye bölükler gönderdi.
Bunlardan Hazreti İkrime emrindeki asker Yemâmede, Müseylemetül kezzâbın kırk bin askerine karşı gelemedi. Halîfe, Hazreti Hâlid bin Velidi imdâda gönderdi.
Hazreti Hâlid, Talha ve Sücâh ve Mâlik bin Nüveyreyi perîşan edip, Medîne’ye dönmüştü. Yemâmede büyük zafer kazandı. Yirmi bin mürtet öldürdü. İki bine yakın Müslümân şehit oldu. Amr ibni Âs “radıyallahü anh” da, Huzâa kabîlesinin hidâyete gelmesine sebep oldu. Alâ bin Hadremi “radıyallahü anh” Bahreynde çetin muhârebeler yapıp, mürtetleri dağıttı.
Huzeyfe, Arfece ve İkrime “radıyallahü anhüm”, Ummân ve Bahreynde birleşip, mürtetleri bozdular. On bin mürtet öldürdüler.
Halîfe, Hâlid bin Velidi “radıyallahü anh” Irâk tarafına gönderdi. Hirede yüz bin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki Îrân ordusunu bozdu. Basrada otuz bin kişilik orduyu perîşan etti.
İmdâda gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra çeşitli muhârebelerle, büyük şehirler aldı. Halîfe Medîne’de ordu toplayıp, Hazreti Ebû Ubeyde kumandasında Şâm taraflarına, Amr ibni Âsı “radıyallahü anh” da Filistine gönderdi. Sonra Yezid bin Ebû Süfyânı Şâma yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, Hazreti Mu’âviye kumandasında, kardeşi Yezide yardıma gönderdi. Hazreti Hâlid bin Velîdi de Irâk’dan Şâma gönderdi. Hazreti Hâlid, askerin bir kısmını Müseynâya bırakıp, bir çok muhârebe ve zaferlerle Suriyeye geldi. İslâm askerleri birleşerek (Ecnâdeyn)de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermükde kırk altı bin İslâm askeri, Herakliyüsün iki yüz kırk bin askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp gâlip geldi. Yüz binden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üç bin Müslümân şehit oldu. Bu muhârebede İslâm kadınları da harp etti. Baş kumandan Hazreti Hâlid bin Velîdin ve tümen komutanı Hazreti İkrimenin şaşılacak kahramânlıkları görüldü. Bütün bu zaferler halîfenin cesâreti, dehâsı, güzel idâresi ve bereketi ile oldu. Yermük savaşı yapılırken, halîfe Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” Medîne’de vefât etti.
Onun devrinde, İslâm devlet idâresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ânı kerîm’in bir hükmünün dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Yemâme muhârebesinde birçok hâfız şehit olmuştu. Hazreti Ömer’in de teklîfi ile Kur’ânı kerîm’in bir kitâp hâlinde toplanması karârlaştırıldı. Bu vazîfe, Zeyd bin Sâbite “radıyallahü anh” verildi. Hazreti Ebû Bekri Sıddîkın en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ânı kerîmi kitâp hâlinde toplatması olmuştur. Peygamber efendimiz vefât etmeden evvel, Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ânı kerîmi, Levhil Mahfûzdaki sırasına göre Peygamberimize okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhreti teşrîf edeceği sene, iki kere gelip tamâmını okudular.
Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbından çoğu Kur’ânı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bazıları da bazı kısımlarını ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm âhıreti teşrîf ettiği sene, halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh” ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Hazreti Zeyd bin Sâbitin başkanlığındaki bir heyete, bütün Kur’ânı kerîmi kağıt üzerine yazdırdı. Böylece, “Mıshaf” veyâ “Mushaf” denilen bir kitâp meydâna geldi. Otuz üç bin sahabe bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi.
Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh” hicretin yirmi beşinci senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı, yerlerini sıraladı. Altı tâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Basra, Bağdâd [Kûfe], Yemen ve Mekke’ye gönderdi ve bir adet de Medîne’de bıraktı. Bugün bütün dünyâda bulunan Mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Hazreti Ebû Bekr, Eshâbı kirâmın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde mürace’at kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Resûlullah efendimiz Onun hakkında, (Allahü teâlânın kalbime akıttığı, doldurduğu feyizlerin, nûrların hepsini, Ebû Bekrin kalbine akıttım) buyurmuştur.
O, Muhammed aleyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette Onun yol arkadaşı idi. Mağarada berâber idiler. Hayâtı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Her işinde Onun vezîri oldu. Peygamberimiz bir meselede Eshâbı kirâm ile istişâre ederken, Hazreti Ebû Bekri sağına, Hazreti Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mesele husûsunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer sahabelerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hazreti Ebû Bekr’in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâbı kirâmın “radıyallahü anhüm ecma’în” en yükseklerinden olan Hazreti Ömer, Peygamber efendimizin Hazreti Ebû Bekr seviyesinde anlattığı şeyleri anlayamazdı. Nitekim, Hazreti Ömer bir gün bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekr Sıddîka “radıyallahü anh” bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün Ömeri “radıyallahü anh” görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü O dâimâ, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hazreti Ömer, “Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh” Kur’ânı kerîm’den anlayamadığı bir âyetin manâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, bir şey anlayamadım” dedi. Çünkü Ebû Bekr’in yüksek derecesine göre anlatıyordu.
Ömer “radıyallahü anh” o kadar yüksek idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve Arabi’yi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ânı kerîm’in Hazreti Ebû Bekre anlatılan tefsîrini anlayamadı.
Çünkü Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” herkesin derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekr’in derecesi, ondan çok dahâ yüksekti. Fakat bu da, hattâ Cebrâîl aleyhisselâm dahî Kur’ânı kerîm’in manâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. Resûlullah Kur’ânı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ânı kerîm’in tefsîri için lâzım olan bütün ilimler Hazreti Ebû Bekr’de mevcut idi. Yaşadığı zamânda Kureyşin âlimi olarak tanınırdı. Gâyet güzel konuşurdu. Arabî’nin belâgatına vakıftı.
Resûlullah’dan “sallallahü aleyhi ve sellem” yayılan çok feyizlere kavuşmuş, Kur’ânı kerîm’in manâsına ve hakîkatına ait bütün bilgileri bizzat Ondan almıştır. Kur’ânı kerîm’den hüküm çıkarmak husûsunda üstün bir kudret ve mahâret sahibi idi. Âyeti kerîmelerin ve hadîsi şerîflerin manâ ve hakîkatlerine hakkıyla muttali’ (öğrenmiş) idi. Eshâbı kirâm ve Tâbi’înin âlimleri, birçok âyeti kerîmelerin tefsîrini, Ondan alıp bildirmişlerdir.
Resûlullah’dan sonra, Allahü teâlâ’yı en iyi tanıyan ve en çok ibâdet eden Odur. Tasavvuf, Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde bulunmak, Onun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları, kâbiliyetleri, çalıştıkları yer ve mekânlar ayrı ayrı olduğu için, Tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen Evliyâsı, Resûlullah’dan gelen feyizlere, nûrlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de vilâyet yoludur. Nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hazreti Ebû Bekr vâsıtası ile kavuşmuşlardır. Eshâbı kirâmın hepsi, Allahü teâlâ’ya bu yoldan kavuştular. Vilâyet yolunun üstünlüklerine de Alî “radıyallahü anh” vâsıtası ile kavuşulmuştur. Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” nesep ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına ait vakaları (olayları) iyi bilirdi. Aralarındaki kan davalarını hâlleder, Onun hakemliğine ve karârlarına itirâzları olmazdı.
Hazreti Ebû Bekr’in fazîletleri, üstünlükleri çoktur. Bunlardan her biri, Kur’ânı kerîm’in, hadîsi şerîflerin ve Eshâbı kirâm ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra olmak se’âdetinin sahibi, Ebû Bekri Sıddîkdır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihat etmekte, Yani düşmanlarla şiddetli mücâdele etmek ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Meâli şerîfi, (Mekke şehri alınmadan önce, din düşmanları ile harp edenler ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıktan sonra, bunları yapanlar, müsâvî, eşit değildir. Birinciler elbette dahâ yüksektir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı, Yani Cenneti söz verdi) olan Hadîd sûresi onuncu âyeti kerîmesi, onun için indirilmiştir. Tövbe sûresinin yüz üçüncü âyetinde meâlen,
(Önce îmâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke’den gelen Muhâcirlerden, hem de Medîne’de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, onlara Cenneti hâzırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır) buyuruldu.
Feth sûresi on sekizinci âyetinde, (Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) müjdesine, Ebû Bekr “radıyallahü anh” da dâhildir. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de “Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!” buyurdu. Bu sözleşmeye “Bi’atürRıdvân” denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır.
Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh

Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh Menkıbeleri

(Menâkıb) kitabında diyor ki: Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi. Resûlullah bu yüzüğü Hazreti Ebû Bekre vererek, “Yâ Atîk, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür, üzerine (Lâ ilâhe illallah) yazılsın” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr yüzüğü alıp, kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” yaz, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle emir etmemişti. Fakat Allahü teâlâ’nın isimi şerîfi ile Resûli Ekremin isimi şerîfinin ayrı olmasını uygun görmemişti. Kuyumcu, Hazreti Ebû Bekr’in söylediği gibi yazdı. Hazreti Ebû Bekr kuyumcudan alıp, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” götürürken, Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâma, “Çabuk git, Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekr ismini yaz. Çünkü, Ebû Bekr benim ismimile Habîbimin isminin ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben de Habîbimin isminden Ebû Bekrin ismini ayırmağı uygun görmedim” buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm, mübârek yüzük Hazreti Ebû Bekr’in elinde iken ve haberi yok iken, yüzüğe Ebû Bekr ismini de yazdı. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü anh” yüzüğü Sultânı Enbiyâya teslîm etti. Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekri Sıddîk) yazılı idi. Hazreti Ebû Bekre, bu yüzüğün üstüne yalnız La ilâhe illallah yazılması söylenmişti. Hâlbuki fazla yazılmış, hikmeti nedir, diye sordular. Hazreti Ebû Bekr çok utandı, terledi. Bir cevab vermeden, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlâ’nın selâmını söyledikten sonra, Ebû Bekr’in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yazdırdım. Habîbim üzülmesin buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.

Hazreti Ebû Bekr Müslümân olunca, Allahü teâlâ’nın rızâsı, Habîbullahın aşkı için, seksen bin altını fakîrlere sadaka verdi. Kırk bin altını gizli, kırk bini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namâz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namâzları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dördüncü gün sabâh namâzından sonra, Eshâbı kirâma dönerek, (Ebû Bekr Sıddîk üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hâtırını soralım) buyurdular. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm siyâh mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûli Ekrem Cebrâîl aleyhisselâmı görünce rengi değişti. Ey kardeşim Cebrâîl, bu ne hâldir, diye sordular. Yâ Resûlallah, gökteki bütün melekler böyle giydiler dedi. Neden bu şekilde giydiler, diye sorunca, yâ Resûlallah! Hazreti Ebû Bekr, Allahü teâlânın rızâsı ve senin dînin uğruna, kırk bini gizli, kırk bini de âşikâre olarak seksen bin altın sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için, üç gündür mescide gelemedi. Allahü teâlâ sana selâm edip, Hazreti Ebû Bekre bir elbise gönderilmesini emir buyurdu, dedi. Resûli Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına, (Kimde bir fazla elbise varsa versin! Allahü teâlâ ona çok sevâp verip, Firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır) buyurdu. Eshâbı kirâmın hiçbirinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir sahabe başka birisinden bir elbise bulup, Hazreti Ebû Bekre gönderdi. Hazreti Ebû Bekr o elbiseyi giyip, Resûli Ekremin huzûru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzûra varmadan, Cebrâîl aleyhisselâm, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, Ebû Bekri karşılamanızı emir buyurdu, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hazreti Ebû Bekre karşı çıkıp, müsâfeha etti.

Hazreti Ömer anlatır: “Tebük gazâsında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zamân Hazreti Ebû Bekr hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben fazla sadaka vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah, “Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!” buyurdu. Bunun kadar da evimde var dedim. O esnâda, Ebû Bekr “radıyallahü anh” geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ona da “Evine ne kadar mal bıraktın!” buyurdu. Hiç bir şey bırakmadım, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İkinizin arasındaki fark, cevablarınız arasındaki fark kadardır), buyurdu.